Dersim : 1936-1938

organisée par Institut kurde de Paris

Vendredi 27 novembre 2009, de 9h30 à18h00

Salle Victor Hugo
101, rue de l’Université, 75007 Paris

PRÉSENTATION | PROGRAMME


ERMENİ SOYKIRIMI VE DERSİM'İN BAĞRINA SIĞINMA : 1915'den 1938'e Kader Ortaklığı


Değerli dostlar,

Böyle bir toplantıya katılmaktan mutluluk duyuyor ve düzenleyicilerine teşekkür ediyorum. Ermeni kaynaklarında Dersim'i araştıran biri olarak 1937-38'e giden süreçte 1915'in izdüşümlerini konu etmeye çalışacağım.  

Son haftalarda Dersim'in beklenmedik biçimde güncellik kazanması, 38 vahşetinin inkar edilemez boyutlarıyla ortaya dökülmesi Türkiye'de resmi tarihin çöküşünü hızlandıran müthiş bir sarsıntı yarattı. Yıllarca hapis yatma pahasına konuyu araştırıp yazanların çabası ve Dersim halkının talepleri yankısız kalırken, “Kürt açılımı” tartışmaları içinde sertlik yanlısı Kemalist cepheden gelen tarihsel yarayı kanatıcı bir söz bu sonucu doğurdu. Şüphe yok ki AKP hükümetinin Alevileri kendi yanına çekme arzusu tartışmanın büyümesinde rol oynadı. Ama öyle yada böyle, aslolan adalet arayışındaki tarihin ruhu ve bir yerde yankı yapmak üzere vesile bekleyen mazlumların ahıydı. Zamanı geldi, kendini konuşturmaya başladı işte. Ne anlamlı söylemişler: Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!..

Şimdi konu devletin hesap vermesini gerektiren bir mecraya girince derinlerden fren yapılacağını kestirmek zor değil. Başbakanın ağzından katliam kelimesi çıkmış olsa da bunun resmi bir kabule dönüşmemesi için her çareye başvurulacağı açık. Bunun sinyalini benzer durumlarda devletin nabzı gibi konuşan Ertuğrul Özkök şöyle diyerek verdi: “Dersim katliamsa öteki ne?” .

“Öteki” ile ima edilen malum; 1915 Ermeni soykırımı. Öyle ya, bu durumda ona ne denilecekti? Soykırım değilse devasa bir katliam mı? İşin gerçeği 1937-38'de Dersim halkına uygulanan da uluslararası hukukun sonradan kabul ettiği “genocide” tanımına bütün normlarıyla denk düşen özelliktedir. Bu anlamda katliam terimi Dersim için de hafif kalır. Hedef kitlenin çoktan beri diş bilenen muhalif dinsel-etnik yapısı, “çıban deşme” gibi vurgularla gelen toplu imha kastının açıklığı, katliamların sınırsız boyutu, hayatta kalanların kendi yurtlarından sürgünü, kılıç artığı yüzlerce çocuğun akrabalarından koparılıp kimlik değişimine uğratılması ve benzeri...

Bütün bunlar 1915'te ülke genelindeki Ermeni ulusu ve yanısıra Süryani-Keldani-Yezdi halklarına reva görülenlerin, daha sınırlı bir alanda, fakat çapına göre yine muazzam yoğunlukta ve yine düşmanca bakılan bir kültür grubu üzerindeki tekrarıdır. Ermeni soykırımında “ihanet, isyan, düşmanla işbirliği” suçlamalarına benzer şekilde Dersim Kızılbaş Zaza ve Kürtlerinin imhasında da asılsız bir “isyan” imajı çizilmiş, halkın bölük-pörçük meşru savunma niteliğindeki direnişi buna kanıt gösterilmeye çalışılmıştır. Ermeni sorununda özerklik talepleri ve reform dayatmalarından kurtulma arayışının topyekün imha seçeneğini teşvik eden bir faktör olması gibi, Dersim sorununda da Osmanlı'dan beri gelen bölge halkının fiili özerkliğine son verme arzusu önemli rol oynamıştır.

Bu benzerlikler bir yana, uygulamadaki pek çok şey doğrudan 1915'in tecrübeleriyle hayata geçirilmiştir. İnsanları toplayıp ölüme götürmenin tuzak yöntemlerinden tutalım, işlenen cinayetlerin biçimlerine ve kurbanların trajik öykülerine kadar yığınla aynılık görülür.

İki olay arasında bağlantı oluşturan bir önemli faktör de var ki, 1938 Dersim soykırımını 1915'in devamı yada ikinci perdesi olarak değerlendirmeye imkan verir. Yarım kalmış bir hesabın yeniden görülmesini akla getiren bu faktör 1915-16'da tehcir ve kırımdan kaçan Ermenilerin Dersim içlerine sığınmaları ve aşiret güçleri arasında koruma bulmaları gerçeğidir. Bunun ileriye dönük nasıl bir özel hınç besleme sebebi olduğunu somutlamak üzere konuyu biraz açmakta yarar görüyorum. Bu aynı zamanda Kızılbaş Dersimlilerin o büyük insanlık sınavında ağır basan olumlu tavrını, özverili dostluk ve yürekli korumacılığını hakkınca taktir edebilmenin de bir gereği. 1915'in canlı tanıklıklarını yansıtan Dersim çıkışlı Ermeni yazarlar ayrıntılı örnekleriyle bunları anlatır ve Kızılbaş dostlarını minnetle anarlar.

1915'e gelmeden önce Sultan Abdülhamit zamanında Ermenilere yaşatılan 1895-96 talan ve kırımları var. Soykırımın ön habercisi gibi gelen pogrom tipi saldırılar ülke genelinde 100 ila 300 bin arasında can alır. O dönem Dersim'i çevreleyen merkezlerden Arapgir, Egin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiği ve Palu talan saldırıları yanında ciddi katliamlara da sahne olmuş, daha içerde ise Çarsancak ve Çemişgezek yöreleri kısmen zarar görmüş. Bu yöreler hakkındaki anlatımlar Dersimli Aşiretlerin de devlet tarafından saldırılara teşvik edildiklerini, yatkın olan bazılarının yağma ve talana katıldıklarını, ancak direnişle karşılaşmadıkça kan dökmekten kaçındıklarını gösteriyor. Aşiretlerin çoğunluğu devletle çatışmalı ve Ermenilerle dostluk içinde olarak o yönelime olumsuz bakıyor, suça hiç bir şekilde iştirak etmiyor. Dahası kendi silahlı güçleriyle gelip Ermenilerin güvenliğini sağlayanlar bile oluyor. Verjin İnciyan'ın 1960'da yazdığına göre Çemişgezekli dedesi Avedis Efendi Hozatlı Aşiret reislerinden Süleyman Ağa'nın kirvesi olarak onun tarafından büyük bir destek görür. 500 kişilik slahlı gücüyle Çemişgezek'in Uşpak mahallesini kuşatan Süleyman Ağa, kaymakam ve binbaşıyla görüşür. Talan etmeye gelmiş gibi davranıp onların nabzını yoklar. Kıyıcı niyetlerini açığa çıkarttıktan sonra ültimatomunu verir: “Ben buraya sevgili kirvemi ve akrabalarını korumaya gelmişim. Bir tek Ermeniye dokunacak olursanız hepinizi kılıçtan geçiririm”. Böyle davranıp günlerce nöbet tutarak yalnız mahallenin değil, bütün şehrin Ermenilerini güvenceye alırlar. Mazgirt tarafında ise etkili aşiret liderlerinden Temır Ağa hükümetin teşviklerine kapılan bazılarının yağmaya hazırlandığını görünce her tarafa emir gönderir ve geri durmalarını sağlar.  

Bu kasvetli dönemin ardından aldatıcı bir bahar havası gibi gelen 1908 Meşrutiyet ilanı, yüz yıl sonra şimdilerdeki “Demokratik Açılım” olayına nasıl ihtiyatlı bakılması gerektiğini düşündüren derslerle doludur. Özgürlük umutlarının erken çiçeklenmesini sağladıktan sonra dolu yemiş gibi  dökülmesine yol açan o süreç hızla 1915 felaketine evrilir.

1915'in kırım ve sürgünleri Dersim'i çevreleyen bölgelerde oldukça yoğun yaşanır. Kuzeyde Kemah boğazı Erzurum, Bayburt ve Erzincan tarafından getirilen 25 bin kişinin kırılmasıyla ünlüdür. 3 bin küsür yıl önceki Hayasalar döneminden Ermeni uygarlığının beşiği olarak bilinen bu merkez onun mezarı haline getirilir. Fırat nehri Eğin, Arapgir, Çemişgezek, Gaban-Maden kırımlarını da yüklenerek aylar boyu aşağılara ceset taşır. Dersim'in güney hattında ise Çarsancak ve Çemişgezek kırımları var. Tehcir ilanı yapılmadan önce belli merkezlerin önde gelen Ermenileri tutuklanmış ve  kalabalık gruplar halinde götürülüp kuytu yerlerde katledilmişler. Peri civarında Tıla Pert (Til kalesi) önündeki çukur mevki tam bir mezbahane gibi işlemiş. Erkeklerin çoğunluğu önceden yok edildiği için sürgün kafileleri hemen bütünüyle kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşmuş. Çocukların bir bölümü Pertek yakınlarında yüksek kayalardan Murat suyuna atılmış, bir bölümü kasabada Türkler ve Kürtler tarafından alınıp götürülmüş.

Dersim içlerinde Hozat, Kızılkilise, Mazgirt gibi merkezlerden de sürgüne çıkarılanlar olduğu biliniyor. Devletin elinin uzanabildiği ölçüde kısmi bir tasfiye yaşanmış. Ovacık-Mameki arası stratejik bölgeye pek dokunulamamış. Anlatımlardan çıkan sonuç, Dersimli aşiretlerin ilk başta ne kadar yok edici bir yönelim olduğunu da kestiremediklerinden Ermeni dostlarına aktif sahip çıkmada çekimser kaldıklarıdır. Yer yer silahlı güçleriyle sürgüne engel olmaları mümkün iken buna yeltenmez, ama devlete yardımcı olmaktan da geri dururlar. Bu durum Dersimli Kızılbaşların Osmanlı-Rus savaşındaki tarafsızlığıyla paralellik arzeder. Dersim aşiretleri kendi yarı-bağımsız bölgelerini savunma dışında bir şeye yanaşmaz ve orduya asker vermezler.

Bunun bir istisnası kuzeyde Balaban aşiretinin Gül Ağa komutasında Osmanlı ordusuna yedeklenmesi, bir de doğudaki bir kaç aşiretin Hamidiye alaylarına asker vermesidir. Balaban yöresinden olan yazar Kevork Halacyan'ın anlattığına göre Gül Ağa 1895 kırımları sırasında Vijan ve Khıntsorek'te onlarca Ermeni gencini katletmiş, 1915'te ise onun oğulları bu civardaki Ermeni  kırımlarını yürütmüşler. Halacyan'ın 78 kişilik geniş ailesinden yalnızca 6 kişi hayatta kalmış.

Bu olayların gerisinde ilginç bir mücadele tarihi var. Oradan büyüyerek gelen bir düşmanlık sözkonusu. Gül Ağa'nın babası Gulabi-zade Halil Ağa önceleri diğer Dersim aşiret liderleri gibi devletle çatışmalı iken sonradan ayrıcalıklarla devlete yedeklenmiş. Ermeni halkını zapt-u rapt altında tutmanın aleti haline gelmiş. 1868'de Balaban-Tercan Ermenileri ile Dersim Kızılbaşları arasında kurulan “Ermeni ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi” isimli ortak direniş komitesi devletin askeri seferlerine karşı savunma önlemleri yanında Erzincan, Tercan, Kiği ve Çarsancak ağalarının ezici feodal gücünü kırmaya yönelik mücadele yürütmüş. En ciddi çatışmalar da Halil Ağayla yaşandığı için sonraki gelişmelerde onun ve aşiretinin tutumu şaşırtıcı değildir. Yıllar sonra İstanbul'da Halacyan'la karşılaşan Gül Ağa'nın küçük oğlu Kamer Lütfi büyüklerinin suçlarından dolayı mahcubiyet yansıtır; “Sebebin gözü körolsun” der ve yaşlı gözlerle kucaklaşırlar.

Dersim'de bunun daha hafifinden biraz benzeri Ferhatanlı Diyap Ağa'da görülür. O da önceleri Osmanlı askeri seferlerine karşı direniş içinde yer almış ve hapsedilmiş, ancak 1908 affından sonra devletle iyi geçinmeyi benimseyerek 1915 sürecinde olumsuz roller oynamış. Örneğin kırımdan kaçarak kendisine sığınan 10-15 Ermeni gencini oyuna getirip askere teslim ettiği anlatılıyor. O kendi köyü Akirek'te yerleşik olan ve Hazari'den gelen Ermenileri de devlete teslim etmekten yanaymış, ama büyük oğlu Hasan Ağa muhalefet etmiş. Bunun ne kadar utanç verici bir şey olacağına anlatarak babasını niyetinden vazgeçirmiş.

Tek tük teslim edenler olmasına rağmen çoğunluk Dersimliler onurlarına düşkün, insancıl ve Ermeni dostu olarak köylerinde bulunan ve dışardan sığınanları korumayı bilirler. Çemişgezek-Hozat arasında en büyük korumayı yapanlardan biri de Diyap ağanın amca oğlu Hadişarlı Küçük Ağa'dır. O tehcirden kaçan Ağtuk köyünün bütün nüfusuna göz kulak olur ve güvenli şekilde Hozat tarafına geçmelerini sağlar. Batı Dersim'de Koçuşaklı İdara (İbrahim Ağa), Kerikuşaklı Beko Ağa, Ağzunik köyünden Memed Ağa, doğuda Haydaranlı Hıdır Ağa, Yusufanlı Fındık Ağa, Xıranlı Seyit Kasım, Seyit Bektaş gibi isimler en içten sahiplik gösteren bazı isimler olarak anılıyor. Nuri Dersimi'nin anlatımlarından Seyit Rıza'nın da çok candan kucak açtığını biliyoruz.

Tanıklık edilen pek çok güzel dayanışma örnekleri olmakla beraber şu kısa konuşma içinde Dersim geneline etki eden çok duygulandırıcı bir toplu tavır örneğini özetle vermek istiyorum:

Nışan Akkaşyan'ın anlattığına göre Hozat’ın Mutasarrıfı, İbrahim Ağa’ya (İdara’ya) resmi bir yazı gönderir ve Dersim Kürtleri arasında saklanan 10 bin Ermeninin hükümete teslim edilmesini ister. Bunun üzerine Kormışka’da bir toplantı düzenlenir. Bir çok köyden gelen liderler mektubu tahsilli kişi olarak çağırdıkları Akkaşyan'a okuturlar. Durumu görüştükten sonra cevap olarak yazdırırlar ki, “Bizim içimizde malesef iki ihtiyar dışında Ermeni yoktur. Biri nalbant, öteki semerci olarak bize çok gerekli olduklarından onları saklamaktayız. Eğer duysak ki dünya üzerinde başka hiç Ermeni kalmamış, onları da biz öldürür ve bitiririz”. Bu ironik karşılık üzerine çok geçmeden Hozat mutasarrıfı bir düzine jandarma eşliğinde daha sert bir yazılı ültimatom gönderir İdara’ya. Tekrar Kormışka’da Beko’nun evinde toplanırlar. Bu defa öncekinden daha fazla sayıda aşiret reisleri ve önde gelenler mevcuttur. Uzun uzun tartışırlar. İdara bir kaç ihtiyar ve kocakarı gönderip ‘olanı budur’ diye tavır sürdürme eğilimindedir. Onun bu görüşünü açıklaması üzerine hepsi susar. Yüzleri donuklaşmış ve soran gözlerle evsahibi Beko’ya dönerler, onun fikrini duymak için. Beko şöyle konuşur: “Benim yanımda erkek ve kadın toplam 24 Ermeni var. Ben onların saçının bir telini de teslim etmem”. Ve sözünü İdara’ya yönelterek sürdürür: “İbrahim Ağa, sen ki Türk hükümeti tarafından hapsedilmiş ve Diyarbakır zındanından kaçmış adamsın; hükümet seni ele geçirse bedeninden geriye bırakacağı en büyük parça kulağın olur. Ben ise Kıneli’deki toprak meselesiyle ilgili sık sık hükümet kapılarındayım. Ben ki korkmuyorum, sen neden korkarsın?..”.
Bu sözün üzerine Beko’nun kardeşi Mehmet, elindeki deyneği havaya kaldırıp misafirler içinde dikilir ve şu çağrıyı yapar: “Kardeşimin sözleriyle hemfikir olan bu deyneği öperek Ermenileri teslim etmemeye yemin etsin. Bu Hazreti Hızır’ın deyneğidir. Hızır’ı seven öpsün!..”. Bu çağrı üzerine bütün ağalar ayağa kalkar ve huşu içinde deyneği öperek bir tek Ermeni bile teslim etmemek üzere yemin ederler. Böylece ikinci defa kesin bir red cevabı yazarak jandarmalara verir ve gönderirler. Bu yeminli kararlılığın haberi çabucak bütün Dersim’e yayılır. Ondan sonra bir daha Ermeni teslim eden olmaz hükümete.
    
Tehcir mağduru Ermenilere bireysel planda sahip çıkma örnekleri ülkenin dört bir yanından gösterilebilir. Ender bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını koymasıyla koruyucu davrananlar da olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı korumanın yegane örneğini verebilen Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız konumu bunun için elverişli bir zemin oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin eskiden beri Ermenilerle iyi olan ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi olmasını sağlar. Bu sayede sürgünden kaçan yakın çevrelerin Ermenileri Dersim içlerine sığınma imkanı bulur, bir yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a geçer ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kafkas bölgesine ulaşırlar. Bu şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin sayısı hakkında değişik kaynakların verdiği rakamlar 10 bin ile 30 bin arasında değişiyor.

Dersimliler 1915'te Ermenilerin başına getirileni görünce, ileride kendilerini de bekleyen tehlikeleri hissederek savaş ortamında konumlarını güçlendirmeye yönelir ve 1916 baharında Ovacık'tan Hozat'a Mazgirt'e, Elazığ'a kadar askeri baskınlar verirler. Bu harekete sığınmacı Ermeniler ve yerli Mirakyanlardan da katılanlar olur. Ordunun karşı taarruzu üzerine dağlara çekilerek direnirler. Bu dönem Erzincan tarafındaki Ermeni grupların komutanı Govduntsi Murad Dersimli Kürtlerle birlik arayışına girer. Ancak görüş ayrılıkları ve anlayış eksikliği nedeniyle anlaşamazlar. Çok önceden sıkı bağlar geliştirilmiş olsa bu dönem her iki halkın kaderi birlikte daha iyi çizilebilir, Ermeni jenosidi geniş bir çevrede önlenebilir, savaş sonu bölgede bağımsız federatif bir yapı ortaya çıkabilirdi. Ermeni devrimci hareketinin önderleri Dersim’le işbirliği geliştirmenin müstesna önemini kavrayamadıkları gibi Dersim’in izole durumu da bu yönlü bir gelişme şansını zorlaştırmıştır.

Dersim'e sığınmış Ermenilerin bir kısmı burada yerli Ermenilere karışarak yaşamını sürdürür. Devlet denetiminin olduğu kasaba merkezlerinde açık kimliğiyle bilinen Ermeniler her yolla rahatsız edilerek göç ettirilir. Denetimin zayıf olduğu köylerde yaşayabilen Ermeniler de göze çarpmamak için yavaş yavaş Alevi kimliğine adapte olurlar. Ama o trajik süreçlere dair toplum hafızasını silmeye çalışan devlet kendi hafızasını oldukça diri tutmuş, herşeyi kaydetmiştir. Geçenlerde TTK eski başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun ifşa ettiği üzere devlet tam da Dersim'i imha etmeye hazırlandığı 1935-37 arasında özellikle bu bölgenin Alevi-Kürtleri içine karışan Ermeni dönmelerini ev ev tespit etmiş. Bu bilgiyi 1938'in tanıklarından Kırganlı bir yaşlının şu ifadesiyle birleştirin: “Esasta asker Dersim'den silah, vergi, askerlik ve Ermenileri istiyordu”!.. Düşünebiliyor musunuz? Aradan 20 yıl geçmiş, devlet halen daha tehcir kalıntısı Ermenilerin peşinde. Ve bu dinmek bilmeyen yok etme histerisi Dersim'in topyekün mahvedildiği süreçte Ermeni nüfusun belirgin olduğu Halvori gibi yerleri çok özel hedeflemeyi ihmal etmiyor. Hiç mübalağasız diyebiliriz ki Dersim'in öyle muazzam yıkıma uğratılmasında başka şeylerin yanı sıra 1915'te Ermenilerin korunmasına duyulan hınç ve onun hesabını da görme dürtüsü önemli bir rol oynamıştır.

Son olarak bir de dönemin ırkçı-faşist basını tarafından Dersim'in doğal önderi Seyit Rıza aleyhine yürütülen kampanyaya değinmek istiyorum. Seyid'in çadırında ele geçirildiği söylenen Ermenice İnciller, haçlar ve benzeri eşyalar Ankara Emniyet müdürlüğünde “suç unsurları” gibi teşhir edildikten sonra gazetelerde “İşte din hokkabazı” manşetleriyle hakaretler yağdırılmış. Dökümü yapılan şeyler Seyit Rıza'nın son zamana kadar korumaya devam ettiği Halvori Surp Garabet Manastırı'nın tarihsel değere sahip kültürel varlıklarıdır. Manastırın keşişi ve yakın köylerde yaşayan Mirakyanlı Ermeniler Seyid'in samimi dostlarıdır. Ordu Dersim harekatı sırasında bu tarihi manastırı topa tutar, keşişin oğlunu yakalayıp işkence eder, Seyid'in saklattığı kutsal eşyaları ele geçirirler. Dersim'de Hristiyanlıkla kimi ortak değerlere de sahip olan doğaya dönük Kızılbaş inancını, onun derin hümanist özünü anlayamayan kafa bunları bir sahtekarlık kanıtı gibi göstermeye çalışır, tıpkı “mum söndü” iftiraları gibi... Evet Seyit Rıza ve halkı Dersim'de Ermeni manastır ve kiliselerini kendisi için de kutsal bilmiş, harabelerini ziyaret haline getirmiştir. Bu devleti neden rahatsız eder? Herkesin inancını istediği gibi yaşamaya hakkı yok mu? Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezarlarını ortaya çıkartmakla mükellef olan devlet, müsadere etmiş olduğu o kültür varlıklarını da ait olduğu halka iade etmelidir.

Türkiye'de bunca lafı edilen demokratik açılımın bir anlamı ve işlevi olacaksa eğer, önce bütün sorunların temelindeki tarihle yüzleşilmesi ve kanayan vicdanları dindirmek üzere büyük insanlık suçlarının kurbanı topluluklardan özür dilenmesi gerekir. Dersim özgülünde telafi edici bir husus olarak 1990'larda yakılan, boşaltılan ve harabeye çevrilen köylerin yeniden imarı ve iskanı için halkına maddi destek ve özgür ortam sağlanmalı, doğayı katledecek olan Munzur üzerindeki barajların yapımı iptal edilmeli, eski yer isimleri ayrımsız iade edilmeli, dil-kültür ve kimlik üzerindeki tüm baskılar ortadan kaldırılıp bütün insanlık için vazgeçilmez olan anadilde eğitim hakkı tanınmalıdır.

Sözlerime son verirken her iki soykırımın kurbanlarını saygıyla anıyor ve Dersim'in yüzünü  ağartan koruyucu Hızır'larını minnetle yad ediyorum.


27/11/2009
Hovsep Hayreni